Çağın Temel Problemi Güvensizlik...!


Son zamanlarda yapılan araştırmalarda;  ilişkiler ve yaşam tarzlarındaki değişimler sonucunda ruhsal sorunlarda da artış gözlendiği görülmektedir. Eşler, arkadaşlar, aileler birbirlerine güven duymakta sıkıntı yaşıyorlar. Güvensizlik kişiyi daha derin bir yalnızlığa sürüklerken ilişkilerde de yıkıcı etkiler yaratıyor. Ve en çok kullanılan cümle de “ben sana güveniyorum ancak çevreye güvenmiyorum” oluyor. Aileler çocuklarının, eşlerse birbirlerinin hayatını kısıtlıyor ve güvenilmeyen tarafı ya içe kapanıp tehlikeden korunmaya sevk ediyor ya da ona çeşitli yalanlarla dolu bir hayatın kapılarını aralıyor.

Eşler birbirine güvenmiyor;


Çocukluk dönemini sağlıklı atlatamamış bireylerin evlilik hayatlarında mutsuz olması kaçınılmaz bir son gibi görünüyor. Sürekli birbirini takip eden çiftler, whatsapp kayıtları, facebook paylaşımları, gizlice oluşturulan hesaplar ve daha fazlası. İşin ilginç tarafı bu tarz dedektifliğe soyunan bireyler daha fazlasını elde etmek uğruna ilişkisini bir çıkmaza sürüklemekten, kendini ve eşini mutsuz etmekten hiç çekinmiyor. Tehlike ne kadar büyük olsa da bu görevi üstlenen taraf adrenalinden ve öfkeden besleniyor adeta. Kıskançlık dozunda olduğunda ilişkilere güzel bir tat verirken dozu arttığında birey hem kendi hayatını hem de partnerinin hayatını olumsuz etkilemiş oluyor. Evliliklerdeki en temel yapı taşlarından bir tanesi güvendir eğer sürekli olarak eşinizin sizi aldatacağı yönünde düşünceleriniz varsa ve bunun önüne geçemiyorsanız bir uzmandan yardım almalı ve bu sağlıksız gidişe son vermelisiniz.



Anne-babalar çocuklarına güvenmiyor…!

Anne babalar; özellikle ergenlik çağındaki çocuklarını hafiye gibi takip edip onları tehlikeden korumaya çalışıyorlar fakat hem ergenleri ürkütüp onlara yaşamın tehlikeli olduğu hissini yerleştiriyor hem de onların bağımsız ve kendine güvenen bireyler olmalarını engelliyorlar. Çocuklarınızı tehlikeden korumak istemeniz kesinlikle anlaşılır bir durumdur ancak eğer gerçekten onları korumak istiyorsanız; işe onların duygu ve davranışlarını anlamakla başlayabilir ve onların sınırlarına saygı duyabilirsiniz diğer türlü korumaya çalıştığınızda, ergen çocuğunuzla ilişkinizi bozmuş ve onu tehlikelere daha açık hale getirmiş olursunuz. Bu süreçte çocuk ve ergen gelişimiyle ilgili kaynaklardan yararlanabilir ya da bir uzman desteği alabilirsiniz.

Her şeyden önce şuna odaklanmakta fayda var güven problemi bireyin çocukluk dönemine ait çok temel bir problemdir; anlaşılması ve çözümü biraz zaman alabilir. Eğer bu problemle başa çıkamazsanız yaşamınızda bir sürü riski barındırdığınızı bilmeniz gerekir. Birçok ruhsal hastalığın altında güven probleminin olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Bu nedenle bu konuda sorun yaşayan insanların tedbir alması ve kendi başlarına başa çıkamıyorlarsa da bir uzmandan yardım almaları önerilir.





Cinsellik Üzerine Aradığınız Herşey Bu Kitapta


"Evlilik ve Çift Terapisi" ve "Evlilik Terapisi ve Cinsel Terapiyi Bütünleştirmek" adlı kitapların yayınından 1 yıl sonra Prof. Dr. Gerald R. Weeks'in yeni kitabı "Cinsel Terapi" çıktı. Yeni kitap sistemik seks terapisi hakkında... "Cinsel işlev bozuklukları, cinsel terapi uygulamaları ve teknikleri" konusunu anlatıyor. Alt başlığı, "kadim seks öğretileri!"

PUSULA Yayınevi tarafından basılan kitap seçkin kitapçılarda ve internet sitelerinde satışa sunuldu. Türkiye’de Cinsel Sağlık Enstitüsü Derneği (CİSED) ve Psikoterapi ve Psikoterapistler Derneği (PSİKODER) tarafından tavsiye edilen kitap, hem cinsel terapistlerin cinsel terapi yapma becerilerini hem de cinsel sorun yaşayan çiftlerin cinsellik konusunda bilgi ve tecrübelerini arttırmayı amaçlıyor. Cinsel terapi yapma bilim ve sanatını anlatan kitap, cinsel sağlık alanında en çok satanlar listesinde yerini aldı.

Yayınlanmış en kapsamlı cinsel terapi kitabı...

Cinsel terapi kitaplarının ülkemizde çok az olduğuna dikkat çeken CİSED Genel Başkanı Psikoterapist Cem Keçe; "Yıllardır aile ve evlilik terapileri, psikoterapi ve sistemik cinsel terapi üzerine çalışmalar yapan Gerald R. WEEKS, Katherine M. HERTLEİN ve Nancy GAMBESCİA cinsel sağlık alanındaki eşsiz deneyim ve birikimlerini bu kitapta okuyucularına sunuyor. Erken boşalma, sertleşme sorunları, cinsel isteksizlik, orgazm sorunları ve vajinismus gibi en sık görülen cinsel sorunlardan, cinsel sapkınlıklara, güzel sevişme sanatından cinsel isteği arttırmanın yollarına, seks oyunlarından seks oyuncaklarına, kadim seks öğretilerinden yeni cinsel tedavi tekniklerine kadar, cinsellikle ilgili tüm konular ayrıntılı olarak irdeliyor, çok özel tavsiyeleri ve pratik bilgileri açıklıyor. 'Cinsel Terapi', kaynak kitap olarak bütün cinsel terapistlerin kütüphanelerinde bulunması gereken bir başyapıt… Çünkü metapsikoloji ve sistemik seks terapisi tekniklerinin birbirleriyle olan karmaşasını net, özgün ve canlı bir dille ifade ediyor, sistematik ve sağlam deneyimleri kapsayan sistemik seks terapisi teorisini ayrıntılarıyla anlatıyor" dedi.

Cinsellik nedir?

Seks yapmayı, rahatlamış ve gevşemiş bir halde, sevişmenin ve dokunmanın verdiği hazza odaklanarak, haz alıp haz verebilme, ruhu ve bedeni paylaşabilme, ne olursa olsun bir şekilde boşalabilme bilim ve sanatı olarak tarif eden Keçe; "Bu sanatın inceliklerini anlatan Cinsel Terapi kitabı; hem sistemik seks terapisini tartışmaya açıyor, hem uygulamalarla ve vaka örnekleriyle desteklenmiş yeni kuramsal açılımlar sunuyor, hem de çok önemli yol haritaları ortaya koyuyor. Cinsel terapi süreçleri uzun süren ve güç olan zor vakaların tedavisiyle ilgili önemli detaylar veren Cinsel Terapi kitabı, çiftlerin sağlıklı ve mutlu bir cinsel yaşama ulaşmasına yardımcı olmaya çalışan cinsel terapistler için doyurucu bir kaynak kitap, kulaktan kulağa yayılarak büyük bir başarı kazanan ve cinsel terapistlerin cinsel işlev sorunlarına bakış açılarını değiştiren eşsiz bir cinsel terapi kitabı" dedi.

Sistemik seks terapisine dair her şey için...

"Cinsel Terapi" kitabının cinsellik konusunda doyurucu bilgiler içerdiğine dikkat çeken Keçe; "Başta sevgili dostum Gerald R. WEEKS olmak üzere, Katherine M. HERTLEİN ve Nancy GAMBESCİA tarafından yazılan, teorik bir bayram, klinik bir mücevher ve edebi bir zevk olan Cinsel Terapi kitabı, cinsel terapistler için büyük bir bilgelikle ve kapsamlı bir çalışmayla yazılmış rehber bir kitap... Hem yolun başındaki cinsel terapistlere hem de tecrübeli cinsel terapistlere hitap etmeyi başaran bu kitap, işe yararlılığı kanıtlanmış sistemik seks terapisi teknikleri ve vaka örnekleriyle dolu... Her bir bölüm, cinsel sorunların tedavisinde elde ettiği tecrübeleri sunan tecrübeli cinsel terapistler tarafından ayrı ayrı ele alınmış. Okuyucu, bu kitapta cinsel işlev bozuklukları nedeniyle acı çeken veya boşanmanın eşiğine gelmiş danışanların ve çiftlerin cinsel terapi süreçleri boyunca rastlanılan özel sorunların ortadan kaldırılmasına yönelik terapötik yöntemlerle ilgili doyurucu bilgiler bulacaktır. Şahsen ben bu kitaptan çok şey öğrendim" dedi.

Evlilikte Mutluluğu Yakalamak İçin Birkaç Küçük Sır!




Kendinizi vazgeçilmez kılabilirsiniz... Her ne kadar flört ve nişanlılık dönemini yaşamış olsanız da, evlendikten sonra yaşanan geçimsizlikler ya da anlaşmazlıklar mutluluğunuzu sekteye uğratmış olabilir. Eğer evliliğinizin istikrarlı bir şekilde gitmesini ve mutlu olmayı istiyorsanız, mutluluk için yapılması gerekenlerin olduğunu unutmamalısınız…
     
Değer verdiğinizi gösterin... İşe ilk olarak, eşinize değer verdiğinizi göstererek başlayın. Bunu gösterebilmek için çok büyük şeyler yapmanıza gerek yok. Hiç beklenmedik bir anda eşinizin yanağına konduracağınız bir öpücük, sıcak bir bakış ya da “Seni özledim!”, “Seni düşünüyorum!” demek, yeterli olacaktır.

Her insan gibi eşinizin de takdir edilmekten hoşlanacağını unutmayın. Onu takdir edebilmek için nelere değer verdiğine dikkat etmelisiniz. Bunun yaparken, “Bu gün çok güzelsin”, “Bu kıyafet sana çok yakışmış.” ya da “Sana ihtiyacım var.”, “Bu konuda haklısın.”, “Teşekkür ederim.” ve “Özür dilerim.” gibi cümleleri kullanmayı ihmal etmemelisiniz çünkü “Güzel söz yılanı bile deliğinden çıkarır”.

Bu nedenle, evliliğinizi mahvedecek olan “Keşke!”, “Ben sana söylemiştim!”, “Sen zaten hep böylesin!”, “Bırak, ben yaparım!”, “Bugün canım istemiyor!” gibi cümleleri bir an önce hayatınızdan çıkarmalısınız.

Eşinize değer verdiğinizi, ona karşı dürüst olarak, mutluluğunuzu ya da üzüntünüzü paylaşarak, arkadaşlarıyla arkadaş olarak, hobilerine saygı göstererek, onun için kendinizi geliştirerek, kendinizden çok fazla ödün vermeden, oluru olan konularda, fedakârlık yaparak ve kendinize bakarak gösterebilirsiniz. Bunun yanında, zihninizi okumasını beklememeli, genelleme ya da kıyaslama yapmamalı, mükemmeliyetçi olmamalı, aynı anda öfkelenmemeli, aceleci olmamalı ve sorgulamamalısınız.

İletişiminizi güçlendirin, kendinizi vazgeçilmez kılın! Evlilik, farklı aile yaşantılarından ve kültürlerden gelen iki insanın aynı mekânı ve zamanı artık birlikte paylaşmaya başlamasıyla oluşan sosyal bir kadın ve erkek ilişkisidir. Bu nedenle, iletişim eksikliğinden kaynaklanan ufak tefek problemlerin yaşanması olağandır.

Bu problemlerin büyüyüp, çiftin ve ilişkinin yıpranmasına olanak vermemek için birbirinizle konuşmayı ihmal etmemeniz gerekir. Her akşam TV’yi açmadan önce ya da her gece yatağınıza geçince 10-15 dakika gününüzün nasıl geçtiğini anlatabilirsiniz. Bu iletişim, göz ve dokunma temasını güçlendirecektir. İletişim içinde bulunurken iyi bir dinleyici olmaya özen gösterin, olumsuz eleştiriden kaçının, nasihat vermek ve “Sen hep zaten geç kalırsın!” şeklinde suçlamak yerine; “Senin geç kalman beni çok üzüyor!” cümlesinde olduğu gibi ben dilini kullanmayı ve eşinize dokunmayı asla ihmal etmeyin. Dokunmak, sıcak temasın bir göstergesi olduğu için iletişimi güçlendirecektir.

Baş başa vakit geçirin... Bunların dışında, eşinizle birlikte her gün en azından bir öğün yemek yemeli, her hafta baş başa kalabilecek bir şekilde bir yerlere gitmelisiniz. Baş başa içeceğiniz bir kahve esnasında yapacağınız sohbetler ya da uzun yürüyüşler evliliğinizi canlandırmak için birebirdir. Elbette ki, hala makyajınızı yapıyor, kuaföre gidiyor ya da yeni giysiler alıyorsunuzdur. Fakat ara sıra yapacağınız değişiklikler örneğin, saç şeklinizi ya da rengini değiştirmek, tırnaklarınızı uzatmak ya da eşiniz için giyinmek, eşinizin gözünde vazgeçilmez olmanızı sağlayacak önemli etkenlerden bir kaçı olduğunu unutmayın. Her erkek eşinin kendisi için bir şeyler yapmasını bekler ve bundan çok keyif duyar.

Bu erkekler içinde böyledir. Yapacağınız sakal değişikliği bile eşinizi baştan çıkarmaya yetecektir. Bunları yaparken “Senin için yaptım!” demeyi de asla unutmayın. İnanın bu çabaya değecek!


Cinsel hayatınıza özen gösterin... Son olarak, seks hayatınızı canlandırıcı birkaç küçük püf noktaya özen göstermelisiniz. Günlük hayat gibi yatak odası da bir süre sonra monotonlaşmaktadır. Evliliğinizin gidişatını değiştirmek, iletişimi güçlendirmek ve kendinizi vazgeçilmez kılmak için cinsel yaşamınıza özen göstermeli, ön sevişmelerinizdeki dokunmaları çoğaltmalı, oral sekse yer vermeli, fantezilerinizi açıkça ifade etmeli, birlikte duş almalı, birbirinize masaj yapmalı, müzik ya da mumlarla yatak odanızın havasını değiştirmelisiniz. İnanın, eşiniz size yeniden âşık olacak…



Evlilik İlişkim Ağrıyor...!


“Ağrılı evlilik ilişkisi”; bence güzel bir tabir oldu. Hasta olduğunuzda nerenizin ağrıdığını ifade edersiniz ve ona uygun tedavi yaklaşımlarıyla ağrınızı giderebilirsiniz. Peki ya evliliğiniz ağrılı ve sancılı ise ne yaparsınız?

Bedendeki ağrıyı ifade etmekle, ruhtaki ağrıyı ifade etmekten çok daha kolaydır, ruhsal sorunlar konuşulup ifade edilemediği için çözüm noktasında da sıkıntılar yaşanıyor. Evliliklerdeki sorunlar, konuşulamadığında çözüm bulunamıyor, bireylerin içinde büyüyor ve sonuçları da daha yıpratıcı olabiliyor.

ÇİFTLER NEDEN KONUŞAMIYOR?

Çiftlerin konuşamamasının birçok nedeni olabilir. Çiftlerden biri konuştuğunda anlaşılamayacağını düşünüyorsa (daha çok kadınlar) susmayı tercih ediyor ve içlerinde biriktirmeye başlıyorlar ve birikim arttıkça öfkeye dönüşen anlaşılmama duygusu evlilikleri derinden sarsabiliyor. Çiftlerden biri ya da ikisi duygularını nasıl ifade edeceğini bilmediği için susuyor olabilir ya da eleştirilmekten korktukları için tedirgin ve kaygılı olabiliyorlar.. Problemlerin konuşulup, duyguların deşarj edilemediği bir ilişki ağrı ve acı vermeye başlıyor. Mutlu olup keyif almak için başladığınız evlilik ilişkisi bir süreden sonra dayanılmaz bir hal alıp hayatınızı zehir etmeye başladığında, hiç beklemeden bir uzmanın kapısını çalmalısınız; çünkü bu hayat bir defa yaşanır ve mutlu yaşamak için de her şey yapılmalıdır…

BİR DERDİN Mİ VAR?

Arkadaşlarınız “bir derdin mi var” diye sorduğunda kaçınız “evlilik ilişkim ağrıyor” diyebiliyor, ne yazık ki diyemiyoruz, çünkü desek bile bir karın ağrısı kadar bile önemsenmiyor. Toplum evlilik sorunlarını görmek istemiyor, varsa bile görmezden geliyor. Aldatmanın bile daha ılımlı karşılandığı günümüzde çift terapisi, cinsel terapi almak ya da boşanmak hala daha vahim bir durum gibi algılanıyor. Siz siz olun bu hayatı ertelemeyin, bizim mutlu insanlara, mutlu çocuklara ve mutlu ailelere ihtiyacımız var. Eğer evliliğinizde sorunlar yaşıyorsanız, eşimi seviyorum diyorsanız karar alıp hemen boşanma yoluna gitmek yerine sorunu çözmek için adım atın. Önce kendi aranızda bu problemi konuşun, çözemiyorsanız MUTLAKA ve MUTLAKA bir çift terapistine başvurup yardım alın.

Evliliklerde Temel Sorun; Güç Savaşı ( Ayağına bas, evde senin sözün geçsin...)



İki farklı ailede yetişen iki insanın bir araya geldiğinde uyum problemi yaşaması çok normaldir. Evliliklerde esas olan şey çiftlerin birbirlerini bir kalıba sokmak yerine birbirlerine uyum sağlamalarıdır. İlk etapta bir aşk oyununa benzeyen evlilik, heyecan, tutku, şehvetle birlikte hayatımıza girer ve üzerinden altı ay ila bir sene geçtikten sonra monotonlaşmaya başlar ve birey geçmiş patolojilerini yavaş yavaş yeni ilişkisine aktarmaya başlar. Bu aktarım günden güne partnerler arasında sorunların büyümesine neden olur. Eğer eşler bu durumun farkına varmaz ve güç savaşına girerlerse ilişki içinden çıkılmaz bir hal alır ve akabinde huzursuz evlilik hayatı, aldatma ve aldatılma, uzun süreli depresyon halleri, eşlerden birinin kendini işine vermesi ve varsa çocuğa olumsuz aktarım olarak karşımıza çıkar.
EVLİLİK BİR GÜÇ SAVAŞI DEĞİL, GÜÇLER BİRLİLİĞİ OLMALIDIR...

Evliliğe bir iktidar mücadelesi olarak bakmamak gerekir. Daha evliliğin başlangıcı olan nikah masasında kültürel bir bakış açısı olan “ayağına bas, evde senin sözün geçsin” mantığı evlilik ilişkisini derinden sarsmaktadır.
Evlilikte hakim ve itaatkar olmamalı ve bireyler eşit şartlarda olmalıdır. Evliliğe her zaman kişisel hayatlarımızdan bağımsız bir şekilde ortak bir kumbara gibi bakılmalıdır. Ortak kumbaraya ne kadar çok yatırım yapılırsa, bireyler birbirlerine olabildiğince açık olup kendi çıkarlarından çok ortak çıkarlarını düşünürlerse ortak kumbaradaki para (sevgi, saygı, sadakat) o kadar fazla ve tatminkar olur. Bu sebeple ilişki eşlerin kişisel çıkarlarından farklı ortak bir güçtür.

EVLİLİĞİ ÇIKMAZA SOKAN GÜÇ SAVAŞLARI:
1)      Ekonomik bağımsızlık: Kadınların da sosyal yaşamda rol aldığı günümüzde ekonomik olarak özgürlüğünü ilan eden kadınlar da bir noktada erkekler kadar kendilerini güçlü ve vazgeçilmez hissetmektedirler, bu da ilişkiye olumsuz yansımakta ve dengeleri alt üst etmektedir.

2)      Ailelerin ilişkiye fazlaca dahil edilmesi; Erkeğin ya da kadının ailesine çok düşkün olması ve onlardan bağımsız hareket edememesi evliliklerde bir tehdit olarak gözlenebiliyor. Yeni evlenen çiftin önceliği kendi çekirdek ailesine vermesi evlilikteki bu tarz sorunları en aza indirebiliyor.

3)      Bireylerden herhangi birinin görsel olarak daha çekici ve fark edilir olması; İlişkide eşlerden birinin daha dikkat çekici ve de medyatik olması ve diğer eşin bunu hazmedemiyor olması da evlilik için bir tehdit oluşturuyor. Akabinde gelen kıskançlık, baskı kurmaya çalışma, hareketlerin kısıtlanması da evliliği temelinden sarsıyor.

4)      İlişkide orantısız güç kullanılması; daha çok erkeklerin kadın üzerinde şiddet uygulaması olarak karşımıza çıkıyor.

5)      Erkeğin ya da kadının patolojik bir geçmişe sahip olması ve ağır düzeyde kişilik bozuklukları evliliklerdeki güç savaşlarını tetikliyor.

EVLİLİKLERDE GÜÇ SAVAŞLARININ OLASI SONUÇLARI;

Evliliklerde ortaya çıkan güç savaşlarının sonuçları da oldukça yıkıcı olabiliyor. Eşler birbirlerini hızlı bir şekilde umutsuzluğa, belirsizliğe, mutsuzluğa ve şiddete sevk edebiliyorlar. Bireylerin evliliklerde doyum sağlayamamasının en olası sonuçlarından birincisi çocuk sahibi olma isteği olarak karşımıza çıkıyor. Eşler ilişkideki durağanlığın çıkış noktası olarak çocuk yapma yoluna gidiyor, çocukla birlikte daha da karmaşık hale gelen evlilik ve aile ilişkisi tam anlamıyla çıkmaza giriyor. Bunun yanı sıra artık o ilişkiden etkilen iki kişiye bir de çocuk ekleniyor. Evdeki olumsuz atmosfere tabii tutulan çocuk gelişim dönemlerini olumsuz bir duygusal atmosferde tamamladığı için ilerde bir sürü sorunla karşılaşmaya açık hale geliyor. Gördüğümüz üzere zincir büyüyerek devam ediyor haliyle toplumlar da bu tekrarlardan dolayı yorulup yıpranıyor.

Olumsuz evlilik atmosferinin bir diğer sonucu ise eşlerden birinin ya da ikisinin iş hayatına fazlaca önem vermesi ya da alkol ve ya madde kullanımı olarak gözleniyor. Evliliğinde mutluluğu bulamayan birey dışarıda haz alabileceği geçici çözümlere başvuruyor, bir süre sonra da alışkanlık haline dönüşen bu kullanımlar bireyin hayatını hepten olumsuz etkiliyor.
Evliliklerdeki güç savaşlarından en yıkıcı olanı ise ALDATMA. İlişkilerde doyumun sağlanamaması, eşlerin birbiri üzeride güç kullanmalarının en yıkıcı sonucu bireyin başka biriyle cinsel ya da duygusal birliktelik yaşaması yani aldatma olarak karşımıza çıkıyor. Aldatılan eşin hayata karşı güveni sarsılıyor, uzun süreli depresyon belirtileri gösteriyor ve başka türlü semptomlar halinde karşımıza çıkarak bireyin hayatını tabiri caizse felç edebiliyor. ilişkileriniz çıkmaza girdiği anda bir uzmana başvurmalı ve önlem almalısınız...

Neden Aldatıyor ve Neden Aldatılıyoruz?



Son zamanlarda ilişkilerde zorlukların yaşanmasına neden olan ve bireyleri belirsizliğe iten bir konu olan ALDATMAK; eşlerin birbirlerine karşı güvenlerini, saygılarını yok eden bir konu olarak karşımıza çıkıyor. Gelin aldatmanın altında yatan sebeplere birlikte bir bakalım;
ERKEK NEDEN ALDATIR?
1) Kadınların ekonomik özgürlüklerini ele almalarıyla birlikte eşitlenen yaşam şartlarında kadın kontrolü daha çok elinde tutma eğiliminde ve erkeği pasifleştiren bir role girmişse
2)   Çocukluktan getirilen patolojilerin günlük hayatta can bulması; erkeğin çocukluk döneminde gelişimsel duraklamalar varsa, duygusal ihtiyaçları anne ve baba tarafından yeterince karşılanmamış ya da fazlasıyla sömürülmüşse bu sonuç olarak ilişkilerinde tatminsizliğe ve daha fazla ilgi odağı olmaya ve ya başka kadınlarla ilişki yaşamasına neden oluyor.
3)   İlişkide kadın çok kontrolcüyse, erkeğe söz hakkı tanımıyor, onun her hareketini eleştiriyor ve her şeyi kendisi hallediyorsa,
4)  İlişkide para ve güç kontrolü kadının eline geçmişse ve erkek pasif duruma itilmişse,
5)  Çiftin Evlilik öncesinde cinsel bilgileri yoksa ve kadın evlendikten sonra da kadın olamadan anne olmuşsa ve bu konuda yetersizse,
6)  Çiftin birbirine bağlayan en önemli etken olan cinsellikte çekicilik sağlanmıyor, kadın kendine özensiz davranıyor ve bu konuda hiçbir gayret göstermiyorsa
7)  Çiftin bir çocuğu olmuşsa ve erkeğe çocuk konusunda sorumluluk verilmemişse ve kadının tüm ilgisi çocuğa kaymışsa,
8)  Çiftin aileleri arasında bir çatışma varsa ve bu da çifte yansıyorsa,
9) Kadın aşırı derecede kıskançsa,
10)  Kadın kendi yetersizliğini gizlemek için erkeğini başka bir kadına istemsizce yönlendiriyorsa,

ERKEK aldatma yolunu tercih edebiliyor. Erkekler doğaları gereği, takdir edilmek, anlaşılmak, onaylanmak, övülmek, güçlü hissetmek istiyorlar. Bunu eşinden göremeyen erkek dışarıda bulduğu bir heyecana kolayca kapılabiliyor ve ilişkisini sürdürebiliyor.

KADIN NEDEN ALDATIR?
1)   Erkeğin efemine(kadınsı) tutum ve tavırları varsa,
2)   Çocukluktan getirilen patolojilerin günlük hayatta can bulması; kadının çocukluk döneminde gelişimsel duraklamalar varsa, duygusal ihtiyaçları anne ve baba tarafından yeterince karşılanmamış ya da fazlasıyla sömürülmüşse bu sonuç olarak ilişkilerinde tatminsizliğe ve daha fazla ilgi odağı olmaya ve ya başka erkeklerle ilişki yaşamasına neden oluyor.
3)  Kadının temel ihtiyacı olan ANLAŞILMAK duygusu karşılanmıyorsa,
4) Erkek kadını sadece bir obje olarak görüyor ve sevilme, ait hissetme, dinlenilme, anlaşılma gibi ihtiyaçlarını karşılamıyorsa,
5) Erkek kadını ara ara şımartmıyorsa, ona küçük sürprizler yapmıyorsa ve onunla her gün minimum düzeyde zaman geçirmiyorsa,
6) Kadını övmüyorsa ve onunla olan cinsel ilişkisinde onu kutsuyor ve ilişkiden verim alamıyorsa,
7) Kadını sık sık eleştiriyor ve dış görünüşüyle dalga geçiyorsa,
8) Erkek ilişkide pasif kalmış ve varlığını hissettiremiyorsa,
9) Erkek kişisel bakımına ve dış görünüşüne önem vermiyorsa,
KADIN başka bir erkekte daha çok kapsanıyor, onaylanıyor ve övgüler alıyorsa aldatma yolunu tercih edebiliyor.

Tüm bunları göz önüne alırsak, ilişkide rollerimizi bilmek ve partnerimize her zaman kendini özel hissettirmek, saygı sınırını aşmamak ve partneri yok etmemek ilişkinin dinamiğini oluşturuyor diyebiliriz. Eğer kendinizde dışa dönük bir eğilim hissediyorsanız, ilişkinizde yolunda gitmeyen bir şey varsa bunun için acil önlem almalı, partnerinizle bu konuyu paylaşmalısınız. Eğer problemlere bir çözüm getiremiyorsanız bir uzmandan yardım almanız ilişkinizin çıkarına olacaktır.






Kıskançlığın Yıkıcı Etkisi ve Patolojik Kıskançlık...



PATOLOJİK KISKANÇLIK: Shakespeare’in ünlü karakteri olan Othello’nun kıskançlığı, psikolojide yerini almış ve ilişkilerde oldukça sıkıntı verici kıskançlığın örneği olmuştur.
Othello büyük aşkına bir mendil hediye eder ve karısı bu mendili kaybeder. Bu durumdan şüphe duyan Othello kuşkulanmaya başlar ve bu kuşku önce karısını sonra kendisini öldürmesine sebep olur. Bu acı verici olay bir eserin kahramanına aittir fakat ne yazık ki gerçek hayatta da sıklıkla karşımıza çıkan bu durum psikolojiye ''Othello sendromu'' olarak geçmiştir. Othello sendromu, yani ''patolojik kıskançlık''; geçmişten bugüne yıpratıcı ve acı veren bir karmaşa olmuştur.

DÜŞÜK ÖZSAYGININ, KENDİNE GÜVENSİZLİĞİN, ya da KAYBETME KORKUSUNUN doğurduğu patolojik kıskançlık; boşanma-ayrılık ile sonuçlanmış ve zaten az olan özsaygının daha da yitirilmesine sebep olmuştur.

Kıskançlık; kaybetme korkusuyla gelişen KORKU TEMELLİ bir tepkidir. Fakat patolojik kıskançlık obsesyonlarla gelişen, temelinde öfke bulunan ve her iki tarafı da yoran tepkilerdir.

İlişkileri ve evlilikleri çıkmaza sokan ve boşanma sebebi olan obsesyonel (takıntılı) kıskançlık, tıpkı Othello karakterinin ki gibi kuşkuyla başlar. Daha sonra eşlerden BİRİ DEDEKTİF rolüne DİĞERİ ise SUÇLU psikolojisine bürünür. Dedektif rolündeki eş; suçlunun göz hareketlerini bile takip etmeye başlar ve ilişkiler burada çıkmaza girer. Bu çıkmaz da ise yapılan araştırmalara göre; ERKEKLER YOK SAYMA mekanizması ile KADINLAR İSE İLİŞKİYE DAHA FAZLA BAĞLANMA ile baş etmeye çalışır. Fakat YAPILMASI GEREKEN kesinlikle bir uzman desteği almak ve KISKANÇLIĞIN ASIL SEBEPLERİNİ KEŞFETMEKTİR. Çünkü zaten anormal kıskançlıklar zorlu ve yıpratıcı süreçler içerir. Kıskanan kişi düşük benlik saygısına sahiptir ve DEDEKTİF ROLÜ OYNADIĞI İÇİN DE SÜREKLİ SUÇLULUK DUYGUSU YAŞAMAKTADIR. Aşağılanmış olan benliğini daha fazla aşağılamaktadır. Karşı taraf ise savunma mekanizmalarını çok fazla kullanmaya başlamış ve artık yorulmuştur.

KISKANÇLIK SÜREKLİ ARTIŞ GÖSTEREN ve KONTROL EDİLMESİ GÜÇ BİR DUYGUDUR. Bu yüzden basite alınmamalı ve harekete geçilmelidir. Yol gösterici bir danışmanla birlikte hareket etmek daha doğru ve başarılı sonuçların elde edilmesini sağlar. Daha sağlıklı bir ilişkiler için yapılması gereken en önemli şey; doğru iletişim ve doğru empatidir. Karşı tarafa yapılan tüm baskılar onları sizden daha da uzaklaştırır. Bu yüzden EN DOĞRU TEPKİ; DOLAYLI ANLATIMLAR DEĞİL, DOĞRUDAN İLETİŞİM KURMAK ve olumsuz duyguların olumlu duygularla yer değiştirmesini sağlamaktır. Ayrıca sürece değil SONUCA ODAKLANMAK en rahatlatıcı yöntemdir.Aldatılmayı düşünerek sağlıklı yaşayamazsınız. Sonuca odaklanırsanız, gerçekten aldatıldığınızda bu tepkileri verirsiniz, henüz aldatılmadan değil. Böylece daha
uzun ve sağlıklı bir ilişki kurmuş olursunuz.


Sonuç olarak; Sağlığınızı ve ilişkilerinizi yıpratmamak için SAPLANTILI DÜŞÜNCELERDEN ve KONTROLSÜZ DUYGULARDAN arınmanız gerekir. Bunları gerçekleştiremediğinizde de mutlaka bir psikoterapistten yardım almanız gerekir..





Kaygı (Anksiyete) Bozuklukları...



Bir tehlike ya da uyarı sinyali olan “kaygı” aslında herkesin zaman zaman hissettiği normal ve yaygın bir duygu… Diğer bir deyişle, dışarıdan zarar gelecek korkusuyla yaşanan ruhsal, zihinsel ve fizyolojik uyarılmaya kaygı adı veriliyor. Kaygı korkudan farklı bir duygu… Belli bir derecede kaygı her zaman insana gerekli oluyor, çünkü bu kaygı kişiyi tedbirli olmaya sevk ediyor. Ancak “savaş veya kaç” olarak tepki verilen kaygı, kişinin günlük hayatındaki işlevselliğini olumsuz yönde etkilemeye başladığı zaman bir sorun olarak kabul ediliyor. Telefonla sürekli tehdit edilen kişinin bazı ruhsal ve fiziksel endişe belirtileri göstermesi gibi, kaygının süresi ve belirtileri, içinde bulunulan stresli duruma uygunluk gösteriyorsa bir bozukluk olarak kabul edilmiyor. “Anksiyete (kaygı) bozukluğu” ise kişinin ruhsal, zihinsel ve bedensel işlevselliğini olumsuz yönde etkileyen, süresi ve belirtileri içinde bulunulan duruma uygunluk göstermeyen çeşitli kaygı durumlarına verilen genel kapsamlı bir tanım… 

(1) Kişinin kaygıdan dolayı meslek ve aile yaşamında güçlüklerle karşılaşması,
(2) Arkadaş, komşu, tanıdık ve aile üyeleri ile olan ilişkilerde sorunlar yaşaması,
(3) Günün büyük bir bölümünde kişinin aklını olumsuz yönde meşgul etmesi,

(4) Kişinin korku ve kaygılarını kontrol altında bulundurmakta güçlük çekmesi
(5) Yukarıdaki sorunların en az 6 aydır devam ediyor olması durumlarında kaygı bozukluğundan söz edilebiliyor.

EN SIK GÖRÜLEN KAYGI BOZUKLUKLARI…

Sosyal ortamlarda endişe hissini artıran ve kişinin rahatsızlık duymasına yol açan sosyal kaygı ve sosyal fobi, sınavda performans düşüklüğüne yol açan sınav kaygısı, hastalanma veya kirlenme gibi endişelerle gelişen obsesif bozukluk gibi durumlar kaygı bozukluğu olarak biliniyor. Yani kaygı birden fazla biçimde ortaya çıkabiliyor. En sık görülen kaygı bozuklukları ise; (1) panik bozukluğu ve agorafobi, (2) yaygın anksiyete bozukluğu, (3) özgül fobiler, (4) sosyal fobi, (5) obsesif kompulsif bozukluk veya (6) posttravmatik (travma sonrası) stres bozukluğu şeklinde sıralanabiliyor.



NE TÜR BELİRTİLERİ OLUYOR?

Aşırı sinirlilik, kalp çarpıntısı, gerginlik, yerinde duramama gibi kendisini gösteren kaygı bozukluğu; kişide bazen sadece hafif bir rahatsızlık şeklinde kendini gösterebiliyor. Bazen panik hali, yerinde duramama, nefes alamama belli yerlere gitmekten kaçınma gibi şekillerde ortaya çıkabiliyor, bazen de sınav kaygısı gibi durumlarda sindirim bozuklukları gibi bedensel sorunlara, dikkat eksikliği gibi ruhsal sorunlara yol açarak başarısızlığa yol açabiliyor. Kaygı bozukluklarında; endişe, korku, kötü bir haber alacağı beklentisi, sinirlilik, irkilme, aklını kaybedeceği korkusu, gerçek dışılık hissi, dış dünyaya yabancılık hissi, kendi bedenine veya vücudunun bir parçasına yabancılık hissi, kontrolünü kaybetme hissi, ölüm korkusu gibi ruhsal belirtiler ve titreme, ağız kuruluğu, soğuk-sıcak basması, kalp atışında artış, nefes alamama, yutma güçlüğü, baş dönmesi, uyuşukluk, kas ve göğüste ağrı, sindirim sisteminde sorunlar, sık idrara çıkma gibi bedensel belirtiler ortaya çıkabiliyor.

KAYGI BOZUKLUKLARINA NELER YOL AÇABİLİYOR?

Aşırı stres, doğal afetler, büyük kazalar, hastalıklar, uyku bozuklukları ve yeme bozuklukları, cinsel işlev sorunları, yakınlarını kaybetme, sevdiklerinin ölümü, ağır hastalık geçirilmesi, büyük acılar yaşama, sevilmeme ve değerli hissedeme gibi çocukluk travmaları, olumsuz anne baba tutumları, fiziksel ve duygusal şiddete maruz kalma veya şahit olma, aşırı koruyuculuk, fiziksel veya ruhsal istismar veya aşırı baskı kaygı bozukluklarına yol açabiliyor.

TEDAVİSİ MÜMKÜN…

Duygu, düşünce ve davranış kalıplarına bağlı olmayan aşırı kaygı, ruhsal bir bozukluğa dönüşmeden “stresle başa çıkma teknikleri”, “ nefes ve gevşeme egzersizleri”, “oto-hipnoz uygulamaları”, “EMDR” veya “EFT” gibi doğal yöntemlerle azaltılabiliyor. Kaygı bozuklukları ilaç tedavisi veya psikoterapi ile tedavi edilebiliyor.


Ne Zaman Terapiste Başvurmalıyım?



Terapi sadece ruhsal sıkıntıların çözümlenmesi ile sınırlandırılamaz aynı zamanda sağlıklı bireylerin daha bilinçli olmasına da yardımcı olarak hizmet verebilir. Çünkü terapi kişinin duygu ve düşüncelerinden dolayı yargılanmadan güvenli bir ortam içinde sorunlarını incelemesine imkan yaratır ve geçmişte yaşanan sorunlarla şimdikileri anlamlı bir şekilde birleştirerek farklı bir bakış açısı getirir.

NE ZAMAN TERAPİSTE BAŞVURMALIYIM?
“Ne zaman terapiste başvurmalıyım?” sorusu birçok kişinin kafasındaki sorulardan biridir. Bu sorunun kesin bir yanıtı yoktur. Ancak kişi; duygusal sorunlarının çözümü için kendine zarar verici davranışlar içine giriyorsa, iştahtan kesildiyse, uyku düzeni bozulmuşsa, ilişkilerinde aşırı problemler yaşıyorsa, büyük bir kayıp yaşadıysa, stresini daha fazla kontrol edemiyorsa, kendine güven eksikliği ya da başarısızlık duygusu yaşıyorsa, cinsel hayatta sorunlar yaşıyorsa, iş yerinizde zorluklar baş göstermeye başlamışsa, konsantre olamıyorsa, kendini mutsuz, çaresiz ve umutsuz hissediyorsa, terapiye gidip gitmemeyi sorgulamaya başlamışsa, vb. durumlarda bir terapiste başvurmak için doğru zaman gelmiş demektir. Kişinin yaşadığı olumsuzlukları kabullenip bir terapiste başvurması tedavinin yarısıdır. Diğer yarısını da TECRÜBELİ BİR TERAPİSTİN yardımıyla kolaylıkla halledecektir.

HER SORUNUN KAYNAĞI KİŞİNİN İÇİNDE GİZLİDİR…
Her sorunun çözüm kaynağı kişinin içinde gizlidir. “Sel gider, kumu kalır!” misali insanoğlu yaşadığı olayların çok azını hatırlar. Bilinç düzeyinde anılardan çok, anıların sentezleri ve çıkarımları vardır. Ruhsal olarak sıkıntılı bir insanla sağlıklı bir insan arasındaki en büyük farklardan biri; sağlıklı insanın geleceğin korkularını ve geçmişin yükünü taşımadan, içinde bulunduğu anda herhangi bir kaygı duymaksızın nasıl mutlu yaşayacağını bilmesidir. Biz insanlar geçmiş ve geleceğin o denli etkisi altındayızdır ki; çoğu zaman çocukluğumuzun altın günlerini anarız ya da bizi en fazla keyiflendireceğini düşündüğümüz yaşamımızın bir parçasını sıkça zihnimizde tutarız. Bu durumun nedenini, o günlerin kaygısız ve hayatın sorumluluklarının omuzlarımıza henüz çökmediği günler olmasıdır. Bu nedenle geçmiş terk edilmediği, halen şimdiki zamana sızdığı için kişi sıkıntıdadır. Ama şimdiyi yaşamak; hayatın anlamını kavrayarak kişinin kendi sorumluluğunu almasıdır. Yıllardır terapistler insanların sıkıntılı zamanlarında onlara yol göstermeye çalıştılar, onların endişelerini, korkularını, üzüntülerini paylaşmak adına dinlediler ve “Yanınızdayız, dilerseniz çözersiniz, yeter ki isteyin!” mesajını verdiler. Terapistler için önemli olan “Siz şu an sıkıntıdasınız, ben sıkıntınızı anlıyor, önemsiyor ve üzülmenizi istemiyorum!” diyebilmektir.

TERAPİSTE BAŞVURMAK…

Terapiye “Ben bu sorunla veya sorunlarla yaşamak istemiyorum ve tedavi olacağım!” diyen kişiler alınmalıdır. Çünkü danışan terapistine kendini anlatmak, öğretmek ve teslim etmek istemelidir. Terapistte danışanını anlamak için, var olan bilgilerini ve tecrübelerini, sezgilerini, duygularını ve hatta başarısızlıklarını da bir araç olarak kullanmalıdır. Terapist kalıplaşmış bilgilerin yerine, her danışanı tek ve eşsiz gören bir yaklaşımı kabul etmelidir. Terapi daha mutlu ve sağlıklı bir yaşam için uygun olan bir adımdır. Bunun için size en yakın terapiste başvurmak ruhsal sorunları çözmenin yarısını oluşturur, geri kalan kısmı ise TECRÜBELİ BİR TERAPİST halledecektir.

Evlilikler Geleceğimizi Belirleyecek...!!



Toplumsal hayat ve yaşama yüklenen anlam günden güne, nesilden nesile değişiyor, peki ya bu değişimin sebebi ne ? Nesiller değişiyor ve çağımızın problemi haline gelen ruhsal problemler yaşamımızı tehdit etmeye artarak devam ediyor. Yapılan araştırmalar sonucu fiziksel rahatsızlıkların bir çoğunun altında psikolojik nedenler yatıyor. Evliliğin bu sonuca katkısı ne olabilir?

GÜNÜMÜZDE özellikle evliliklerin ilk yıllarında olmak üzere sorunlar yaşanıyor. Çiftler birbiriyle kıyasıya çatışma haline girerken birleşim noktası olan evlilikten çok kişilerin kendilerini ortaya koyması hedef oluyor ve ilişkilerdeki problemler bir noktada çözümsüz hale geliyor. İstenmeden yapılan evlilikler, ailelerin evli çiftlere müdahalesi, maddi kaynaklı sorunlar, kıskançlık ve bir çok nedenle yaşanan evlilik sorunlarına bir de çocuğun varlığı eklenince her şey içinden çıkılmaz bir hale dönüşüyor. Çocuğun varlığıyla birlikte geçmişin patolojileri tekrardan canlanıyor ve anne-baba-çocuk üçgeninde tüm ilişkiler değişiyor. Haliyle evliliğinden hoşnut olmayan kadın çocuğuna yapışıyor ve onu bir birey olarak kabul etmek yerine kendi uzantısıymış gibi algılıyor. Eşiyle yaşadığı her problemde sığınılacak liman olarak görülen ÇOCUK tüm kötü duyguların aktarıldığı bir çöp konteynırı gibi kullanılıyor ve olmaması gereken duygulara maruz kalıyor. 0-6 yaşında bu duruma maruz kalan çocuklar ilerleyen hayatlarında bir çok ruhsal bozukluğu da kendileriyle birlikte büyütmeye başlıyorlar. Kendine güveni olmayan, tedirgin, kaygılı ve daha farklı sorunlarında içinde olduğu bir yetişkinlik evresi onları bekliyor. Yaşanılan günün kalitesizliği, çeşitli stres bozuklukları, kaygı, kendi hayatını yönetememesi ve suçluluk duygusunun varlığı adeta kişinin hayatını felç ediyor ve kurduğu her ilişki geleceğin yansımalarını taşıyor ve patolojiler yeni nesillere aktarılarak devam ediyor.

Bu sebeple iyi bir evliliğin tüm sorunları engellediğini söyleyebiliriz. Sağlıklı nesiller yetiştirmek ve mutlu bir yaşam sürmek için; bireylerin evlenmeden önce kendilerini iyi tanımaları ve partneriyle ilişkisinde şahsi çıkarlarından çok evliliğin çıkarlarını ön planda tutmaları her anlamda MUTLU, SAĞLIKLI, HUZURlu bir hayatı beraberinde getirecektir.

Evliliklerde Sık Yaşanan Sorunlar...



Özellikle uzun süreli birlikteliklerde ve evliliklerde, zamanla aşk gücünü yitirmeye başlıyor ve yerini hararetli tartışmalara bırakıyor. Ne tuhaftır ki, yakın bir zamana kadar yan yana gelmek için can atılan partnerle artık aynı karede bulunmaya bile tahammül kalmıyor. Çünkü artık çift kendini sürekli bir tartışmanın ortasında buluyor. Peki, ama neden böyle oluyor? Çiftler birbirlerini gerçekten öyle çok seviyorlarken, bazen bilerek bazen ise bilmeyerek hangi konular hakkında tartışma çıkartıyorlar?

TARTIŞMALAR BOŞANMAYA YOL AÇABİLİYOR…

 Çiftler arasında geçen tartışmalar bütün ikili ilişkilerde yaşanan kaçınılmaz bir surun olarak karşımıza çıkıyor. Önemli olan problemlerin çıkış nedenlerini anlayabilmek ve değen konular üzerine tartışmak. Aksi takdirde, eğer çiftler sürekli olarak her konuda tartışıyorlarsa, boşanmaya doğru yol alınabiliyor. Etraftaki birçok çiftin boşanma kararı alması ya da yakın ailede yaşanan olumsuz deneyimler, çiftleri evlilik kurumundan soğutabiliyor. Oysa her insan mutlu bir evlilik yapmanın, hayat boyu bir yastıkta yaşamanın hayalini kuruyor. Bu hayalin kolay olduğunu söylemiyorum ama imkânsız da değil… Bunun için ilk önce yaşanılanlara yukarıdan ve dışarıdan farklı bir gözle bakmak ve yeni bakış açıları geliştirmek gerekiyor.

ERKEKLER SEVDİKLERİ KADINI MUTLU ETME FIRSATINI HİÇ KAÇIRMAZLAR…

Kadınların konuşurken partnerleri tarafından dinlenmemeleri en büyük kavga sebeplerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Erkekler her ne kadar dinlediklerini belirtseler de, aksini ispat etmeye çalışmak ve konuyla ilgili sorular sormak tartışmanın daha çok alevlenmesine neden olabiliyor. Genel anlamda erkeklere göre daha çok konuşmalarıyla tanınan kadınlar pek çok konuyu aynı anda konuşabilme ve dinleyebilme özelliğine sahipken, erkekler aynı özelliğe sahip değiller… Bu nedenle, uzun süre dinleme konusunda erkekleri suçlamak yersiz ve yanlış bir tutum oluyor. Dolayısıyla, bu konuda yapılması gereken en doğru davranış, kadınların önce erkekleri kendilerine odaklanmayı sağlamaları, sonra net ve yalın bir dil kullanarak tek bir konu üzerine konuşmaları ve daha sonra erkeklere herhangi bir çözüm üretmeleri gerekmediği veya sadece kendilerini anlamaya ihtiyaç duyduklarını ifade etmeleri gerekiyor. Çünkü erkekler sevdikleri kadını mutlu etme fırsatını hiç kaçırmazlar. “Beni dinlemene ihtiyacım var. Bir şey söylemene veya çözüm üretmene gerek yok. Sadece beni dinlemeye ve anlamaya çalış. Bu beni mutlu eder!” diyen kadın, erkeğe bu fırsatı vermiş oluyor. Ayrıca genel geçer konulardan ya da günlük olaylardan bahsedilirken kadının ilgisini çeken bir konu erkeğin ilgisini çekmeyebiliyor. Bu durumun göz önünde bulundurularak davranılması, büyük beklentilere kapanılmaması ve erkeğe dinlemediği için eleştirel tarzda suçlayıcı ifadeler kullanılmaması da önem taşıyor. Bu süreçte tartışma yaratmak yerine, küçük ama sevimli kelimeler seçmeye özen gösterilmesi ortamı yumuşatabiliyor.

 ERKEKLER TAKDİR EDİLDİKLERİNDE DAHA UZUN DİNLEYEBİLİYORLAR…

 Kadın ne kadar yorgun ve bitkin hissedersin hissetsin, erkek dikkatini verip onu dinlediğinde, dokunup ve sarılıp sevgisini ve ilgisini ifade ettiğine kadın rahatlıyor ve gevşiyor, yorgunluğu geçiyor… Bu nedenle konuşmayı sevmeyen erkeklerin hiç olmazsa bir nebze kadınları anlayıp, onlara karşı olan davranışlarını değiştirmeleri önem taşıyor. Çünkü kadınlar dinlendiklerini düşündüklerinde partnerlerinin onlara değer ve önem verdiğini, kabul ettiklerini ve buna bağlı olarak da sevildiklerini düşünüyorlar. Bu hisler kadınlar için çok önem taşıyor. Ayrıca, kadınlar duygularını ifade etme imkânı bulduklarında “Anlaşıldım, seviliyorum ve değerliyim!” hissini yaşıyorlar, gevşiyorlar ve rahatlıyorlar. Bu duygu yoğunluğu kadınların kendilerini dinleyen kişiye yakınlık duymasını artırıyor, yokluğu ise uzaklaştırıyor. Mutlu olan ve mutlu görünen bir kadının sıcak karşılıkları ve gülen yüzü, erkeğe pırıltılı bir görüntü sunan ayna gibi oluyor. Takdir edilmek ve hizmet edilmesi erkeklerin erkeksi yanını doyururken, iletişim kurmak ve dinlenmek kadınların kadınsı yanını doyuruyor…

AYAĞI YORGANA GÖRE UZATMAK GEREKİYOR…

Maddi harcamalar çiftler arasında tatsızlık yaratabilecek sorunların başında geliyor. Genel olarak baktığımızda, kadınların maddi harcamaları erkeklerinkinden iki kat daha fazla oluyor. Alışveriş yapmayı, kendine yeni kıyafetler ve makyaj malzemeleri almayı, sürekli olarak ev eşyalarını değiştirmeyi ve her gün kuaföre gitmeyi alışkanlık haline getirmiş bir kadınla kavga etmek erkekler için neredeyse bir rutin davranış haline geliyor. Ancak kavga etmek bu davranışların azalmasına yardımcı olmuyor, daha şiddetli tartışmaların yaşanmasına yol açıyor. Bu sonuçlara sebebiyet vermemek için “Ayağını yorganına göre uzat!” atasözünü hatırlamak gerekiyor. Ortak bir hayatın sağlıklı bir şekilde devamlılığı için gelir ve giderin gözler önüne serilmesi önem taşıyor. Bu nedenle çiftlerin ne kadar paraya ihtiyaçları olduğu konusunda birbirlerine karşı açık ve dürüst olmaları gerekiyor. Bunun dışında haftalık ve aylık bir bütçe yapılabiliyor ve yapılan harcamalar hakkında çift birbirine bilgi verebiliyor. Böylece çiftler tartışıp birbirlerini kırmak yerine, başarılı ve eğlenceli bir ilişkiye doğru yol alabiliyorlar.

SABIRLA BEKLEMEK VE YOL GÖSTERMEK GEREKİYOR…

Sakal tıraşından sonra lavabonun kirli bırakılması, tuvaletin kirli kalması, tuvalet kâğıdının değiştirilmemesi, kirli tabak ve bardakların kaldırılmaması, yiyecek jelâtinlerinin çöp kutusuna atılmaması, ev temizliğine yardım edilmemesi, yemek masası hazırlama ya da toplama işlemlerinde destek olunmaması, kirli kıyafetlerin çamaşır sepetine atılmaması, döküntülerin toplanmaması, ıslak banyo havlularının ortalık yerde ya da yatağın üzerinde bırakılması gibi pek çok konu çiftlerin tartışma konusu olabiliyor. Aslında düzelme ihtimali fazlasıyla olan fakat düzelebilmesi için fırsat verilmeyen bu tür davranışlara verilen olumsuz tepkiler, tartışmaların şiddetlenmesine sebebiyet verebiliyor. “Yaptırım dili” işveren ve işçi arasında olduğu kadar ikili ilişkilerde de oldukça sık kullanılıyor. Bu nedenle çiftin yapılmasını istedikleri bir şeyi talep ederken yıkıcı eleştirilerden, konuya sert girmekten, diretmekten ve kendi kendine söylenmekten kaçınması gerekiyor. Yapılması gerektiği düşünülen şey için partnere fırsat verilmesi ve görsel olarak algılamasını sağlamak bu süreçte önem taşıyor. Fırsat vermenin ana temasında “sabretme ve bekleme” yer alıyor. Yukarıda bahsedilen küçük problemlerin devasa boyutlara getirilmemesi için sabırla yapılmalarının beklemesi gerekiyor. Kadınlar bu süreçte çok yanlış bir şekilde, ister istemez toplama, yıkama, temizleme, derleme ve düzeltme gibi davranışlar sergileyebiliyorlar. Farkında olmadan, bu davranışlarıyla olayların akışını erkekler için alışkanlık haline getiriyorlar ve sonrasında birden bire erkeklerden talep etmeye başlıyorlar. Cicim aylarında gösterilen bu anlayışın bir süre sonra değişikliğe uğraması erkeklerin adapte olamamasına neden oluyor. Bu nedenle, tutarlı bir şekilde devam edilmesi ya da değişimin yavaş bir şekilde yapılması gerekiyor. Bunun için de partnerin yapmasına fırsat vermek ve görsel olarak algılayabilmesi için hiçbir müdahalede bulunmadan sabırla göstermek önem taşıyor. Böylece hem partnerin algı düzeyi değişiyor hem de tartışmadan uzak bir ilişki yaşanabiliyor.

ORTAK HESAP OLUŞTURULMASI İŞE YARIYOR…

Çiftlerin çatışmasına neden olan bir diğer önemli konu ise eski erkek veya kız arkadaş meselesi oluyor. Facebook kullanımının yaygınlaşmasıyla partner ilişkilerinde sorunlar artıyor. Bu sorunların ortaya çıkmaması için ortak bir facebook hesabı oluşturabiliyor ya da profil resmi kullanabiliyor. Böylece üyelik ve arkadaşlık talepleri çiftin otak onayıyla gerçekleşebiliyor ve facebook kullanımının bağımlılık haline getirilmesi önlenebiliyor.

DÖNÜŞÜMLÜ İZLEMEK GEREKİYOR…

Çağımız gereği pek çok çiftin çatışmasına neden olan sebeplerin başında diziler ve maç seyretme geliyor. Çiftlerden biri dizi izlerken diğeri maç izlemek isteyebiliyor. Bu durumlarda partnerler arasındaki gerilim yükselebiliyor. Fakat bu durumun tartışmaya dönüştürülmesi için teknolojinin ileri safhalarında olduğumuzun hatırlanması işe yarıyor. Dizi ya da maçı dönüşümlü olarak internet ortamında izlemek çok daha mantıklı olabiliyor. Böylece hem adaletli davranılmış hem ileriye dönük olabilecek çatışmaların önüne geçilmiş hem de gece mahvedilmemiş oluyor.

PİRE İÇİN YORGAN YAKMAYIN!

Eve ya da randevuya geç kalmayı çiftlerin tartışmalarına yol açan önemli problemler arasında ele almak gerekiyor. Geç kalmak denildiğinde hemen hemen herkesin aklına otobüsü kaçırmak, trafiğe takılmak ve hazırlanmak için vakit harcamak gibi olaylar geliyor. Bu tip durumlarda sağduyulu davranmak ve tartışmaya mehil vermeden geç kalma sebebini öğrenmek önem taşıyor. Çünkü yargısız infaz yapıldığında ve pire için yorgan yakıldığında durum çok daha fazla alevlenebiliyor ve istemeden de olsa çiftin keyfi kaçabiliyor. Bunların olması için ileriye dönük düşünülmesi ve sakin tavrın korunması gerekiyor.




ÖDEV YAPMA DAVRANIŞI KAZANDIRMA VE OKUL BAŞARISINI ARTTIRMA..!



Yeni eğitim öğretim yılının başlamasıyla birlikte hem anne-babalar hem de çocuklar bir çok duyguyu aynı anda yaşıyorlar. Ebeveynler olarak alacağınız bazı önlemlerle eğitim dönemini daha sorunsuz atlatmanız ve çocuğunuza destek olmanız mümkün. Özellikle okula yeni başlayan çocukların ödev yapmama konusundaki dirençleri çoğu zaman ebeveyn ve öğretmeni zor durumda bırakabiliyor.

Çevremizdeki ailelere baktığımızda birçok anne ve babanın çocuklarına verilen ödevleri yaptıramamaktan şikâyetçi olduğunu görmek mümkün. Çocuğum ödevini yapsın, derslerinde başarılı olsun kaygısında olan ebeveynler bu endişeyle zaman zaman hataya düşebilmekte. Öyle ki yaklaşımlarıyla ödevi bir külfet gibi yansıtıp çocukta bu duyguyu uyandırabiliyorlar; hatalar zinciri ise burada başlıyor.

Bu yazımda ödevin bir külfet olarak algılatılmaması için yapılması gereken bazı şeylere dikkat çekeceğim. Bunların bir kısmının öğretmenlerin sağduyusuna ve tecrübesine, bir kısmının da anne babaların göstereceği özene bağlı olduğunu söylemeden edemem.
Ailenin çocuğa ödev yapmayı sevdirmesi için öncelikle çocuğunun nasıl bir öğrenme modelinin olduğunu, öğrenirken hangi duyu yolunu kullandığını bilmesi gerekir, her insanın kendine has öğrenme stilinin olduğu unutulmamalıdır. Çocuğunun öğrenme modelini bilen anne-baban çocuğun öğrenme hevesini ve okul başarısını arttırabilir

Çocukların ödeve soğuk bakmaları ve ödev yapmak istememelerinde ailelerin ve öğretmenlerin bazı yanlış tutumlarının etkisi olabilir
“Ödev korku nesnesi haline getirilmemeli!
Ödev çocuk için bir korku nesnesi haline geldiyse çocuk ödevden de okuldan da soğur. Okul günleri aklına geldikçe bile irkilir, o günleri nefretle ve soğuk duygularla hatırlar. Böyle durumlarda çocuğun öğrenmesi de zaten kalıcı olmaz. Ödevi böylesi bir korku aracı haline getirmeme konusunda anne babalar kadar öğretmenler de duyarlı olmalıdır. Verilen ödevler bütünleştirici, konunun anlamına yardımcı, çocuğu sıkmadan merak uyandıracak mahiyette az ama öz olursa çocuk için daha faydalı olacaktır.”

“Sevgi, çağın öğretmen modelinin gereği
Çok başarılı bir öğretmen emekli olurken genç bir meslektaşı kendisine başarısını neye borçlu olduğunu sormuş, başarılı öğretmen şöyle cevap vermişti: “Öğrencinin başarılı olabilmesi için dersi sevmesi, dersi sevebilmesi için öğretmeni sevmesi, öğretmeni sevebilmesi için de öğretmenin öğrenciyi sevmesi gerekir. Öğrenciyi seversen ona öğretmek daha kolay olur.” Gerçekten de sevginin çocukları etkileyici bir gücü vardır. Bu gücü kullanabilmek için öğrenciye değer vermek gerekir. Öğrenciyi azarlayan, aşağılayan, hata yaptığı zaman yerin dibine batıran, arkadaşları arasında küçük düşüren öğretmen modeli bu çağın modeli değildir.
Çocukta korku duygusu yerine sevgi duygusunu harekete geçirerek öğretmek çok daha kolaydır. Öğretmen öğrenciye sevgiyle yaklaştığı zaman çocuğun beyni öğrenmeyle ilgili bir mutluluk kimyasalı salgılar ve öğrenme kalıcı halegelir.”

AİLELERİN YAPTIKLARI EĞİTİM HATALARI

Ödev“Çocuk okuldan geldiğinde bir süre serbest bırakılmalı!
İlki çocuk okuldan gelir gelmez onu dersin başına oturmaya zorlamaktır. Dinlenmesi için hiç fırsat vermeden, hemen ödevini yapmaya zorlamak çocuğun ödeve karşı antipati duymasına, kötü duygular beslemesine neden olur. Bazı anneler sanki çocuk ödevi olduğunu, ders çalışması gerektiğini düşünemeyecekmiş gibi masanın başına oturtana kadar çocuğa sürekli çalışması gerektiğini hatırlatırlar. Çocuk hiç dinlenmeden ödeve başlatılırsa ödevden de oyundan bir tat alamaz. Halbuki çocuk okuldan geldikten sonra belli bir süre serbest bırakılsa, rahat bir nefes alsa daha verimli bir çalışma yapacaktır.

Veli-öğretmen ve çocuk ilişkisi önemli!

Sürekli ders çalışmasını hatırlatan bir anne varsa, çocuk onu gördüğü zaman sadece ders çalışma zorunluluğunu hatırlar, başka bir şey hatırlamaz. Anneyle çocuğun ilişkisi bozulursa, düzeltmek zor olur; oysa dersteki zayıflık bir şekilde telafi edilir. Onun için anneyle olan ilişkiyi bozmadan ders çalışmayı zevkli hale getirmek gerekir. Aynı şekilde öğretmenle öğrencinin ilişkisi de bozulmadan gidebilmelidir.

Çocuğun hayatı programlı olmalı!
Çocuğun hayatının programlı olması gerekir. Okuldan sonra belli bir süreyi oyun ve dinlenme ile geçirmeli, ardından ders çalışmalıdır. Aileler de bu saatleri belirleyip çocuğun buna riayet etmesini sağlamalıdır.


Salt bilgi yığını değil hayat becerisi de öğretilmeli!
Çocuk ders çalışırken ödevin konusunun yanı sıra hayatı, ders çalışma metodunu, disiplinli olmayı, zorluklara dayanmayı öğrenmelidir. Çocuğa güven duygusunun eşlik ettiği bir sorumluluk duygusu kazandırmak gerekir. Aksi halde sadece itaati öğrenir. Halbuki çocuk bireysel yaratıcılık, sorun çözme, insanlarla iletişim kurabilme gibi beceriler kazanmalı, sadece kurallara uyan, otoriteye itaat eden bir insan yetişmemelidir. Ancak özgür düşünen, farklı olabilen, sorgulayan, yeteneklerini geliştirebilen çocukların yetiştiği bir toplum gelişebilir. O nedenle ödev salt bir bilgi yığını değil hayat becerisi öğretebilmelidir.

Yüksek başarı beklentisi başarısızlığı getiriyor!
Yapılan hatalardan birisi de ailelerin çok yüksek motivasyonlu olmaları ve çocuğa devamlı çok başarılı olmasını beklediklerini hissettirmeleridir. Ailedeki yüksek beklenti düzeyine ulaşamayan çocuk ne yaparsa yapsın ailesini memnun edemez. Bu nedenle “Nasıl olsa ben annemi ve babamı memnun edemeyeceğim” deyip yenilgiyi baştan kabul eder hiç çalışmamaya başlar. Aslında yeterince zeki olan çocuk, “yapamam, başaramam” duygusuna yenildiği için başarısız olur.

Hata ve kusurlara odaklanmak güveni zedeliyor!
Hem öğretmen hem de aile hep olumsuza; çocuğun hatalarına, kusurlarına odaklanırsa çocuğun kendine güveni zayıflar, çalışma şevki kırılır. Sık sık verdiğimiz bir örnek vardır: Diyelim ki çocuk karne getirdi. Notlarının yedi tanesi iyi, üç tanesi zayıf. Çoğu ailenin yaklaşımı neden üç tane zayıf olduğunu sorgulamak şeklinde olur. Aileler bunu iyi niyetle, çocuğun daha başarılı olmasını istedikleri için yapıyorlar fakat farkında olmadan çocuğu ders çalışmaktan soğutuyorlar. Oysa “Bak, şu dersler pekiyi, bunları çok güzel başarmışsın. Hadi beraber bu üç zayıfı nasıl düzelteceğimizi düşünelim ve bir çözüm bulalım” denirse çocuk “Annemle babam benim olumlu yönlerimi de görebiliyor” der ve dikkatini zayıfları düzeltmeye verir, başarabileceğine inanır ve çözüm üretir.”

GÜZEL VE VERİMLİ BİR SENE OLMASI DİLEKLERİMLE…



Obsesif Kompülsif Bozukluk (OKB) ve Tedavisi

Takıntı hastalığı olarak da bilinen obsesif kompülsif bozukluk (OKB) bireyleri döngüsel olan düşünce ve davranışlara hapseder. “Obsesyon” (saplantı veya takıntı) adı verilen takıntılı düşünce, fikir ve dürtüler ile kompulsiyon” (zorlantı) adı verilen yineleyici davranışlar ve zihinsel eylemlerden oluşan ruhsal bir sıkıntıdır. Bu nedenle obsesif kompülsif bozukluk bir anksiyete bozukluğudur. Yani aşırı temizlik, düzenlilik, simetriye önem verme, kapıyı-ocağı kontrol etme gibi çeşitli davranış ve düşüncelerin, kişinin kendisiyle ve çevresiyle ilişkisini bozması derecesine varmasına obsesif  kompulsif bozukluk denir.



OBSESYON NEDİR?

İrade dışı gelen, kişiyi tedirgin eden veya sıkıntı veren, bilinçli bir çaba ile kovulamayan yineleyici düşünceler olan obsesyon, kişinin zihnine girmesine engel olamadığı, zihninden uzaklaştıramadığı düşünce, fikir ve dürtülerdir. Kişinin isteği dışında gelirler, kişi tarafından mantıkdışı olarak değerlendirilirler ve yoğun sıkıntı ve huzursuzluğa yani anksiyeteye neden olurlar. Bu nedenle kişiler bu düşünce ve dürtülerini bastırmaya veya yok saymaya çalışırlar veya bunları bir başka düşünce veya hareketle yani kompulsiyonla gidermeye çalışırlar.

KOMPULSİYON NEDİR?

Çoğu kez obsesif düşünceleri kovma veya bu düşüncelerin verdiği sıkıntıyı azaltmak için yapılan ve istemeden yinelenen hareketler olan kompulsiyon ise, abartılıdır, obsesyonların neden olduğu yoğun sıkıntı ve huzursuzluğu azaltmak ya da ortadan kaldırmak üzere yapılan yineleyici davranış ve zihinsel eylemlerdir. Amaçladıkları şeyle aralarında mantıksal bağlantıları yoktur. Örneğin tokalaşmakla ellerinin kirlendiğini düşünen bir kişi sürekli ellerini yıkayabilir. Kişinin elleri yıkanmaktan tahriş olmuştur ve ortada bu derece el yıkamayı gerektirecek bir kirlenme de yoktur. Kişi bu davranışları istem dışı sergiler ve kendine sıkıntı yaratır. Dolayısıyla, obsesif kompulsif bozukluk tam anlamıyla, kişinin kafasında saplantı haline gelmiş düşüncelerin ve dürtülerin yapılması zorunlu olarak algılanması nedeniyle eyleme dökülmesidir. Amaçları herhangi bir zevk veya mutluluk sağlamak değildir.

MANTIK DIŞI OLDUĞUNU BİLİYORLAR…

Obsesyonlar ve kompulsiyonlar kişinin benliğine zarar verir. Obsesif kompülsif bozukluğuna sahip olan kişiler saplantılarının veya takıntılarının her ne kadar manasız ve anlamsız olduğunun farkında olsalar da, bu takıntıları gerçekleştirmekten kendilerini alıkoyamazlar. Belirli bir kurala ve sıraya göre yerine getirilen davranışlar düşüncelere hizmet ederek kişiyi geçici olarak rahatlatmayı amaçlar.

HERKESTE BİR PARÇA OLABİLİR

Birçok kişinin kapıyı veya ocağı ara sıra kontrol etme, masaya vurma, temizlik, titizlik, düzenlilik, eşya veya para biriktirme, simetriye önem verme gibi çeşitli takıntıları, saçma bulduğu halde o an için yaptığı davranış ve düşünceleri olabilir. Çoğunlukla bunlar önemli bir zaman kaybına veya ciddi bir sıkıntıya neden olmazlar. Ancak, bazı kişiler mantıksız buldukları halde bazı davranış ve düşünceleri tekrar tekrar yapmaya ve sürdürmeye devam ederler. Bu durum önemli oranda zaman ve iş kaybına yol açar, aile hayatını olumsuz etkiler, belirgin bir ruhsal sıkıntı verir ve kişinin hayatını çekilmez bir hale getirir, yaşamla, kendisiyle ve çevresiyle ilişkisini bozmaya başlarsa, bunun ruhsal bir sorun olabileceğini düşünmek gerekir.

BELİRTİLERİ NELER?

Eğer bir kişide, istemsizce saçma olduğuna inandığı halde kafasından atamadığı düşünceleri aklına sürekli olarak getiriyor ve bu düşünceler yaşamında belirgin bir sıkıntıya neden oluyorsa ya da katı bir biçimde uygulanması gerektiğine inanıyor, yapmaktan kendini alıkoyamıyor ve davranışlarını sürekli tekrarlıyorsa obsesif kompülsif bozukluğu var demektir.

Ocağı, arabasının ya da evinin kapısını kapatıp kapatmadığından emin olamayan (obsesyon) bir kişinin, tekrar tekrar kapıları, ocağı kontrol etmesi (kompulsiyon), para ya da herhangi bir eşyaya dokunduğunda elinin kirlendiğini takıntılı şekilde düşünen bir kişinin el yıkama zorlantısı (kompulsiyon) gibi davranışlar obsesif - kompulsif bozukluğa örnektir.


EN ÇOK GÖRÜLEN OBSESYON VE KOMPULSİYONLAR…

1-Temizlik ve titizlik obsesyonları

Obsesif kompulsif bozukluğunda en sık gözlemlenen belirtilerden biri, kişinin hastalık kapacağı düşüncesiyle sürekli olarak elini yıkama ihtiyacı hissetmesidir. Aslında dokunduğu her şeyden mikrop bulaşacağı düşünceleriyle boğuşup dururlar. Bu nedenle, kişi önce ellerini sürekli yıkamaya başlar ve ilerleyen zamanlarda, eğer tedavi edilmezse, kapıları mendillerle ya da dirseği ile açmaya devam eder ve bir zaman sonra telefon kullanamaz ve para tutamaz hale gelebilir. Bu davranış bozukluklarını çevresinden de beklemeye başlayan kişi, evine gelenlerin banyoya gidip temizlenmesini bile isteyebilir. Bunun ileri boyutunda olan kişi hastalık kaptığı şüphesi ile sürekli olarak doktor kontrollerine gider ve kan testleri yaptırmaya başlar. Sonuçların negatif olduğunu görmek ikna edici olmayacağı gibi sağlık kontrollerini sıklaştırmaya başlar. Temizlik ve titizlik obsesyonları olan kişiler genellikle mikropların, kirin, tükürüğün, nefesin, idrarın, dışkının üzerlerine bulaşmasından korkarlar. Saatlerce kendilerini veya vücutlarının bir kısmını yıkayarak, kendilerini korktukları şeyin “bulaşmasından” korumaya çalışırlar. Kendilerine bir şey bulaştıracağını düşündükleri her şeyden kaçarlar, çevrelerindeki her şeyin KİRLİ ve PİS olduğunu düşünürler. Temizlenmediği kaygısıyla saatlerce ve tekrar tekrar ev temizliği yaparlar.

2-Şüphe ve kontrol obsesyonları 

Şüphecilik herhangi bir unutkanlık değildir. Yapılan davranışı yapıp yapmadığını kontrol etme ihtiyacından kaynaklanan, emin olamama ve KONTROL ETME durumudur. Ocağı, şofbeni, doğalgazı, suyu, elektriği, çamaşır makinesini açık bırakıp bırakmadığını, kapıyı ve arabayı kilitleyip kilitlemediğini sürekli olarak kontrol eden kişiler buna birer örnektir. Böyle bir kişi doğalgazı kapatmış olsa dahi, kapattığından emin olamaz ve defalarca vanayı kontrol etmek zorunda kalır.

3-Düzen ve simetri obsesyonları

İç dünyaları karmakarışık olan bu kişiler iç dünyalarını düzene sokamadıkları için, dış dünyayı ve dış dünyadaki her şeyi tamamen doğru bir şekilde düzenlemeye çalışırlar. Kendilerine ait bir düzen kurarlar, birilerinin bu düzeni bozmasına, eşyalarına dokunmasına veya karıştırmasına aşırı tepki ve direnç gösterirler. Düzenlerini devam ettirmek için kendilerini yer ve bitirirler. Bu obsesyonlar, sehpaların üzerinde bulunan örtülerin sehpanın tam ortasında durmasına özen gösterme, halının saçaklarından ters dönenler varsa düzeltmeden duramama şeklinde kendini gösterebilir.

4-Saldırganlık veya zarar verme obsesyonları

Çocuğuna veya sevdiği birisine zarar verme şeklinde hayaller bu tür obsesyonlara örnek verilebilir. Bu kişiler asla yapmasalar bile, yapmayacaklarını bilseler bile çocuklarına ve sevdikleri kişilere zarar vermekten çok korkarlar ve bu düşünceyi zihinlerinden atamazlar. Dayanılmaz olan bu korkuları hafifletebilmek için salonun ışığını 3 kez açıp kapamak gibi şeyleri “doğru sayıda ve belli bir düzende yapmak” zorunda hissederler. Böylece, mantık dışı olduğunu bilseler bile, kendilerini, çocuklarını veya sevdiklerini hayali bir tehlikeden koruduklarına inanırlar.

5-Dini obsesyonlar

Özellikle dini ritüelleri yoğun yaşayan kişilerde sık görülen bir obsesyon türüdür ve çoğunlukla ibadet yaparken zihne gelirler. Kişi kendini inanç ve görüşlerine tam karşıt bir biçimde ve çok yoğun sıkıntı yaratacak şekilde dini içerikli takıntılı düşünceleri zihninden atamaz. Aklına, istemediği halde, tanrıya küfür düşünceleri gelir. Suçluluk ve günahkarlık duygusuyla bu düşüncelerini zihninden atmak için 100’den geriye sayıları üçer üçer sayarak sıkıntısını hafifletmeye çalışabilir, duaları daha fazla tekrarlayabilir ve daha çok ibadet edebilirler. Örnek olarak namaz kılan bir kişi tam başını secdeye koyduğunda “Allah’ın varlığından kuşku duyma” şeklinde takıntılı düşünceleri istemeden  zihnine getirebilir.

6-Sayma obsesyonları

Sayma takıntısı, herhangi bir günlük aktivite belirli bir sayıya kadar sayılmadan yapılırsa, o gün işlerin rast gitmeyeceğini düşünerek, sayma davranışında bulunmaktır. Bu nedenle düşündükleri ya da gördükleri sayıları saymaktan kendilerini alamazlar. Kaldırım çizgilerini, elektrik direklerini, otomobilleri, evlerin numaralarını, apartmanların kaç kat olduğunu sayarlar. Belli sayılar iyi ve uğurlu, belli sayılar kötü ve uğursuzdur. Kötü ve uğursuz sayı akla gelince hemen iyi ve uğurlu bir sayıyla yer değiştirilmeye çalışılır.

7-Biriktirme obsesyonları

Sık görülen kompulsiyon türlerinden biridir. Kişi “ileride gerekli olabilir” şeklinde bir düşünce ile eski gazeteler, hediyelerin ambalajları gibi gerekli olmayacak eşyaları biriktirebilir, saklayabilir.

8-Cinsel içerikli obsesyonlar

Kişinin kendine, yaşına ve toplumdaki yerine hiç yakıştıramadığı bir biçimde tekrarlayan pornografik görüntüler şeklinde cinsel içerikli hayaller bu tür obsesyonlara örnek verilebilir. Dini inançları kuvvetli bir erkeğin, çevresindeki tüm kadınlara ilişkin cinsel içerikli hayaller kurmaktan kendini alamaması, bu hayalleri zihninden bir türlü uzaklaştıramaması ve çok rahatsızlık duyması hayatını çekilmez bir hale getirebilir.

9-Dokunma obsesyonları

Bazı davranışları yapmadan önce kendilerince önemsedikleri bir eşyaya dokunma gereksinimi duyma şeklinde kendini gösteren kompulsiyonlardır. Örneğin kişi sabahları işine giderken oturma odasında duran ve içinde mutlu bir aile fotoğrafı bulunan çerçeveye dokunmadan çıkarsa, ailesini ilgilendiren olumsuz bir olay ile karşı karşıya kalabileceğinden endişe duyup, geri dönüp yeniden dokunma gereksinimi duyabilir.

10-Batıl itikat obsesyonları

Merdiven altından geçmemek, çocukların üstünden atlayıp geçmemek, evden sağ ayakla çıkmak, yatağın sol tarafından kalkmamak gibi, çoğu kişinin kültürel özelliklerinin bir parçası olarak bazı inanışları, davranışları, uğurlu ya da uğursuz saydığı sayı ve renkleri olabilir. Bu itikatların günlük yaşam aktivitelerini engelleyecek ya da günlük işlevleri kısıtlayacak kadar sık ve yoğun olması durumudur.

TEDAVİSİNDE NELER YAPILIYOR?

Obsesif kompülsif bozukluğuna en iyi tedavi yöntemi terapinin yanında uygulanan ilaç tedavisidir. Terapinin hedefi, obsesif-kompülsif bozukluğu olan kişilerin ritüellerini gerçekleştirmeden, korkularıyla yüz yüze gelmelerini ve anksiyetenin azaltılmasını sağlamaktır. Bilişsel terapi, obsesif kompülsif bozukluğu olanlarda sıkça görülen abartılmış ve felaketler içeren düşünceleri azaltmaya odaklanır. Terapide önce gevşeme egzersizleri ile başlayan tedavi, davranışçı tekniklerle yani bireyin rahatsız olduğu düşünce ve davranışlar listelenerek devam edilir.  Ardından yüzleşme süreci başlar ve rahatsız olunan düşünce ve davranışların giderek azaltılması sağlanır. Her ruhsal sıkıntıda olduğu gibi obsesif kompülsif bozuklukta da erken teşhis tedavi süresini kısaltmaktadır. Danışanlar tedavi süreci sonunda normale yakın yaşam sürebilirler. Sıkıntılar azaldıktan sonra devam eden ilaçlar eşliğinde doktor kontrolü sürmelidir. Çünkü uzun süreli ve zamanla iyileşme dönemleri gösterebilen bir sıkıntıdır.